TESETTÜRÜN MANEVİYATI

 

Kur'an, kendini tarif ederken "zahir-batın" ifadelerine yer vermiştir. Aynı ifadeler Allah'ın isimleri arasında da geçer. İslam terminolojisi bu kavramlara dayanırken aslında din kendisini (Musa ve İsa'nın şeriatına göre) hayatın içinde olmakla birlikte ruhani bir yere koymuştur. İsa'nın getirdikleri kadar ruhani fakat Musa'nın şeriatına yakın bir şekilde dünyanın içinde... Aslında bu bir tespit olarak güzel gözükmekle beraber kendi içinde bir çok sıkıntıyı barındırmaktadır. Çünkü: insanların dini hayatla ilgili en zorlandıkları husus zahir-batın olguları arasında "bir yol tutturabilme" çabasıdır. Bu dualist yapıda dünya-ahiret dengelerini oluşturmaya çalısırken bir de bundan bağımsız ve fakat dinin belki özünde olan "dünya ve ahiret ötesine" işaret eden sufi yorumlarını kattığınızda renkler daha da çeşitlenmektedir.

 

            İslam ahkâmının zahir ve batın olarak değerlendirilmesi gerektiğine hiç şüphe yok. Her ne kadar sarih olan hususlarda mecaz aranması bizi bir takım terminolojik meselelerle karşılaştırsa bile, iki farklı yorumu çok rahat hatta çok güzel tevhit etmiş örnekler görmeniz mümkün. Mesela: Hz. Muhammed "vatan sevgisi imandandır" derken Mevlana Celaleddin Rumi "vatandan kasıt, vatan-ı aslî yani ahiret âlemidir" diyerek boyut getirmektedir. Problem bu boyutların nerede, ne amaçla ve kimin hizmetinde kullanıldığı ile alakalıdır aslında. Biz tesettürden bahsederken "nerede, ne amaçla ve kimin için" kullanıldığına bakmadan yorumlarımızı söyleyeceğiz. Çünkü bir meselenin kendi varlığı ile onun istihdam edildiği diğer boyutlar (özellikle siyasi demek istiyorum) elbette ki çok farklı çalışma alanlarıdır ve birleştirmesi gerekenlerin elindedir.

 

            Her ne kadar günümüzde bazı sufi akımlar dinin batıni yorumlarına yapışıp zahirini "hor" görse de İbrahim Halil hz.nin bir manzumesinde söylediği "zahiri terk etme, bâtın andadır" mısraı muhakkik ve mukarrebûn ve pîr (tarikat kurucusu) bütün sûfilerin yaşantısının ve eserlerinin temel direğidir. Buna belki en farklı uçta diyebileceğimiz (Bektâşî, Melâmî gibi okullar da dahildir.) Sûfiler bâtın arayışlarını zâhir denizinin içine dalarak yapmışlardır. Bu itibarla bâtın, zahirin içinde değil belki derinliğindedir; çerçevesinde değil belki semâındadır. Mesela namaz emri bazılarının yorumlarında "avam ibadeti" şeklinde yer alırken, Sûfiler, bu emrin "Miraç" hüviyetine bürünmesi çabasındadırlar ve nihayet dinin kendi tespiti, Mi'racı tarifi de böyledir.

 

            Tesettür meselesi, İslam alem ve alimlerinin ihtilaf ettiği konulardan biri değildir. Yaşayan, hayat içinde sürekli varlığını sürdüren (ezan, namaz gibi) bir tarafı bulunduğundan ahkâm oldukça sağlam olarak devirlerden devirlere aka gelmiştir. Dış bir dayatma ya da zorlama olmadığı taktirde ulemanın ihtilaf ettiği bir yön de yoktur çünkü; ahkâmı basittir. Ve dinini yaşamak isteyenlerin tuttuğu yol da âsikârdir. Sahada net tespitlerin yapılabileceği yani örneklemelerin devam ettiği durumlarda çok da kitabi kalmamak gerekir. Ancak burada ahkâmın bilinmesinden kastımız tesettürün sadece kadınlarla ilgili örtünme hususiyetleridir. Dinini yaşamak isteyen Müslümanların çoğu bunu böyle bilir. Ancak ehlinin bildiği gibi tesettür sadece bundan ibaret değil sosyal hayatı kuşatan, gönül alemine ışık veren, iktisadi konuları yönlendiren bir çok hususiyeti içinde barındırır. Belki de tesettür ahkamının bu tarafları ile halka mal olmasındaki problemler bu emrin herkes (lehte ve aleyhte olan) tarafından anlaşılmasını zorlaştırmıştır.

            Dinin temel emri ve şartı namaz tesettür bahsine çok önemli bir kapı açmaktadır. Bu "setr-i avret" yani dinin yasakladığı bölümleri kapatmadır. Kadın ve erkek için şart olmakla beraber şart ağırlığında olmayan çeşitli kuvvette sünnet olan tarafları da vardır. Erkeklerin belden yukarısı, başlarını örtmeleri gibi... bunlar da peygamberin emridir. Aslında din erkeğe yalnız namazda değil yemekte, sokakta ve diğer bazı yerlerde de başını kapatma işaretini "peygamber emri" kuvvetinde vermiştir. Ve bu tesettür emirleri "Hz. Muhammed'in bizâtihî yaptığı uygulamalar dikkate alındığında" ölünceye kadar sâkıt olmayan tekliflerdir.

 

 

Pratikten Teoriye Tesettür

 

            Sûfilere göre şeriat, dinin elbisesidir. Ve dinin yasakladığı "küfür" cinsinden her inanış, söz ve fiil bu şeriat elbisesi ile setr edilmelidir ve "avret-i küfrü örtmek setr-i avrettir." Ve bu açıdan bakıldığında insanın yaşadığı hayatta karşılaştığı her türlü yanlış inanış, her türlü işlenilen "günah" ve "küfür" nevinden değerlenecek her şeyi açıktan ifade ve yapma küfrü ızhar etmek olacağından setr-i avret gerekmektedir. Hal böyle olunca karşımıza setr edilecek binlerce mevzu, binlerce kişiye özel setr edilmesi lazım hadise ve de tesettürün füruatı diyebileceğimiz başlı başına öğrenilmesi gereken prensipler manzumesi çıkmaktadır. İnsanın tekamül sürecinde hatalarının ve günahlarının kendince bile olağanlaştırılması elbette bu tekamülün seyrini, hızını etkileyecek bir durumdur. Halk arasında eskiden yaygın olan "günahın gizlisi" deyişi de bu olgunun bir gelenek olarak yaşadığı zamanlara işaret olsa gerek.

 

            Burada bir de diğer mü'minlerin hukuku var. Hataların setredilmesi başkaları için de geçerli olup kişinin "kardeşinin günahını setr etmesi" ile ilgilidir. "Zannın çoğundan sakınınız" emri İslam toplumları tarafından "kötü bir şey gördüğünde iyi bir tevil yap" anlayışına dönüşmüş, Hz. Muhammed'in çölde gördüğü kokmuş köpek ölüsünü "ne güzel dişleri var" şeklinde yorumlamasına kadar giden uzun bir anlayışı kapsamıştır.

 

            Bunun dışında insanların günahları ile ilgilenmek ya da günahlarını araştırmak, hatalarını ortaya çıkarmaya çalışmak keşf-i avret olarak değerlendirilmiş ve belki de gıybet v.s. gibi ek günahlarla kuvvetlenerek tesettür mevzuunun en hassas noktaları haline dönüşmüştür.

 

            "Küfre" dair setr-i avret, o "küfrü" atıncaya ya da o günahtan kaçıncaya kadar geçerlidir. Burada dinin amacı bunların saklanması değil, yok oluncaya kadar "âşinalık" vermemesidir. İslam'ın toplumsal hayatla ilgili hususiyetleri düşünülünce bunun önemi daha fazla anlaşılır. Bir de sevaplarla ilgili örtünme vardır ki insanın gösteriş, riya gibi ibadetini "ifsâd" edecek ya da etme ihtimali olan durumlarda destek almasıdır. Kalbi bu hassasiyette olmayan için bir mesele olmamakla birlikte içinde bir çeşit mücadele "mücahede-i nefs" yaşayan mü'minin ibadetlerini koruma kalkanıdır adeta.

 

            İnsanların sakladıklarından biri de "sır"larıdır. Bu tabiri halk içinde kullanılan en basit manasından, derin terminolojik uzantılarına kadar ele alıp değerlendirseniz de yine "tesettür" bahsinin bir füruatı olmaktan kurtulamayacaktır. Mesela "karı-koca" arasındaki sırlar, insanların bilmesini istemediğimiz yönlerimiz, bize emanet edilen bir hususiyet ya da bir tasavvuf talibinin yaşadığı kalbi deneyimler ya da kalbine vârit olan bazı ilhamat v.s. Bu itibarla "sırrını saklamak setr-i avrettir" diyebiliriz. Hatta bu çerçevede "duyduğu şeyi nakletmek kişiye günah olarak yeter" gibi emirler bize bir ölçü olarak görünmektedir. Karacaoğlan'ın söylediği:

            "Mecliste ârif ol, kelâmı dinle

            El iki söylerse sen birin söyle..."

 

Sözünden yola çıkar ve şunu da ekleyebiliriz: Aslında yaşayan İslam kültüründe Öğrendiğimiz en faydalı bilgileri bile bir süre kendimizde bekletip o bilgilerin olgunlaşmasına, demlenmesine fırsat verme anlayışı vardır. Her düşünce ve yazın insanı bu basit gerçeği bilir ve bu gerçek de nihayet bir çeşit tesettürdür.

 

 

Zamanın Tesettür anlayışı

 

            Hal böyle olunca günümüz toplumunda tesettürün mana katmanlarının neresinde olduğumuz ve manası bilinmeyen şeyin kendisinin ne ifade ettiği de belirlenmelidir. Tekamül açısından şekli bilmeden ve yapmadan mana öğrenilemez ancak, tekamül yok ve sadece şekilden ibaret ise ameller bunun kulluk boyutunda "sâkıt olma" sınırlarında kalacağı âşikârdır. Şekli kabullenmek istemeyenlere gelince, onların bu ısrarlarının İslamiyeti yaşamak isteyenlere "dinin uygulamak istedikleri ahkamının manalarını bilmede derinlik kazandıracağı" görüşündeyim. Çünkü bir hususta zorlanan ve "terk-ısrar" arasında kalan insan her zaman yapmak istediği şeyin anlamını sorgulamış ve değer bulmuşsa mücadelesini, bulmamışsa terkini gerçekleştirmiştir.

 

            Günümüz modernleşmesi insana tesettür konusunda çok net argümanlar sunmuştur. Batılı yazarların "itirafnâme"lerine sarıldığımız ve çok da hoşlandığımız bu süreçte Roma kültüründe zaten var olan "birlikte ye, birlikte çıkar" basitliğini bir doğallık gösterisi olarak görmek değil ama göstermeye çalışmalara göz yummak olduğunu anlamak gerekir. Medeniyet boyutunda insanlık alemine katkısı olan islam dünyasının "isimsiz kahramanlarının" (ki çogu tesettür gereği) yerini alan modernleşme, sadece ikiyüz yıl içinde (200) binlerce yıllık insanlık tarihinde olmayan markalaşma, damgalama ve aidiyet ifade etme sürecini başlatmıştır. Artık dünya insanının kullandığı kalemden, sürdüğü arabaya; aldığı tuvalet kağıdından giydiği elbiseye kadar her şeyin bir özel adı vardır. Ve "gösterebilmek" erdemdir.

 

            Bu itibarla Modern toplum "gösterebildiğin kadar özgür ve özgünsün" derken, klasik ya da şark toplum anlayışı "örtebildiğin ve saklayabildiğin kadar özgür ve özgünsün" demektedir. Bu anlayışların alt yapısı ise modern batı toplumunda "gösterir ya da söylersen sana dokunmam merak etme" formatında güvence verirken, şark toplumunda zamanla "sakla ama anlarsam canını yakarım" haline dönüşmüş ve dönüşmektedir. Bu yüzden olsa gerek "kol kırılır, yen içinde kalır" düsturunun yozlaşması ile her türlü melanete yol veren kötü bir yapı oluşurken, modern batı toplumu hem istediği melaneti aleni olarak yapabiliyor, hem de şark toplumlarının bu yapılarını sıkıştırmayı başarıyor.

 

            Bireylerin davranışları özgürlükler açısından serbest olmak durumundadır. Bu tespitimizi ve bununla ilgili hakları kabul ettikten sonra sanırım "örtünme kime karşıdır?" diyerek sıcak mevzulara başka bir açıdan yaklaşmalıyız. Örtünme Allah'ın emridir ancak Allah'a karşı değildir. İnsanlara karşıdır. Yani bir şeyin setr edilmesi ile alakalıdır. Toplumsal uygulamaların çoğunluğuna bakınca böyle bir setr anlayışı çok azdır. Ya da şöyle diyebiliriz: günümüzde İslam'ı yaşama iddiasında olanlar setr-i avreti keşf-i avret cinsine dönüştürme yolundadırlar. Başörtüsünün güncelliği içinde sanırım bir kadının taktığı başörtüsünün bir bakışta markasına kadar keşfe açık olduğu gözlemlenmektedir. Gençlerin öğrenme süreci ve özentilerini de dikkate alırsak bu konudaki en iyimser yorum "Tesettürün ruhunu bilmeyen gençlerin öğrenme sürecinde olduğu" ya da "eğitim zayiatı verildiğidir" Tabii bu gerçekten bir öğrenme ve tekamül süreci ise. Halbuki son yirmi yıla baktığımızda Türkiye'deki toplumsal dönüşümde bu tekamül sürecinin tersine işlediğini ve müslümanların kızlarını, eşlerini, oğullarını ve insanlarını yetiştirebilecekleri ya da asgari bilgiler verebilecekleri eğitim anlayışını kaybetmiş olduklarıdır. Bir iktidar ve maddi alanda güçlenme yaşayan, dahası binlerce eğitim kurumu olan topluluğun bu durumu, belki kendilerinin de farkına zor vardıkları, üzerinde çok ciddi düşünülmesi ve araştırmalar yapılması gereken bir konudur. En iyi yorumla, Türkiye'de İslam'ı yaşamak isteyen insanların "değişim imkanlarını yozlaşarak ve kendi değerlerinin içini boşaltarak tükettiklerini söyleyebiliriz. Tesettür ise görünüşe göre zaten içi boş sadece şekli olan konulardan biri gibi gözükmekte bu bağlamda. Bu durumda İslam toplumunun tesettür bahsinde ilerleme değil daha çok derinliğine çalışma ihtiyacı olduğu âşikârdır. Öyle ya başkalarını ikna etmeye çalışmak her zaman konuyu iyi bildiğimizi değil, bazan da kendi görüşümüze dair bilgi ve inanç eksikliğimizi gösterebilir.

 

            Öte yandan toplumsal giyinme ve davranış normlarının dışına taşan tesettürün (şeklen setr-i avret olurken) öz olarak keşf-i avret olabileceği de bir vakıadır. Bunun ölçüsünü elbette o davranışı yapan ya da o giysiyi giyen bilecektir. Ancak insanlar mana derinliklerine vakıf olmadıkları konularda taklitçidirler. Bu ise çok geçici olması gereken bir durumdur. Taklitten kurtulan insan giysi ya da düşüncesinde "maksadı" ne zaman sağladığı ve ne zaman kaybettiğinin farkına varabilir.

 

 

Örtü ve Örtünün ardı

 

            Allah, hicap içindedir. İmam Ali: "yetmişbin perde kalksa yakînim artmaz" derken, Hakkın perdeli olduğunu da söylemiş oluyor. Âşık-Mâşuk arasında hicap perdesi hiç şüphesiz konumuz dışı bir çok gerekçeyi kendisinde barındırmakla beraber aşkın şiddetini artıran, aynı zamanda körlüğün şiddetini artıran bir husustur. Kur'ân, Allah'ın emirlerini görmeyenleri de "perdeli" olarak vasıflandırmaktadır. Böyle bakıp da toplum değerlendirmesine girdiğinizde "başörtüsü karşıtlarının örtülü insanlar olduğunu" söyleyebilirsiniz. Allah'ın kadın ve erkeği yaratmasındaki maksadı "Kendisine ulaşmak için vuslatı ve aşkı anlamak" olarak değerlendiren ibn Arabî, Kapalı bir şeye karşi ilgi yoğunluğundan bahseden Mevlânâ gibi sûfiler de vardır. Erkeğin kadına, kadının erkeğe meyli ve insanın Allah'a yaklaşması hiç şüphe yok ki zâhirinden bâtınına kadar tesettür mevzuunun her hücresi ile iliklerine kadar var olan bir husustur. Ve dinin emirlerinde nâ-mahrem olanlara kapamak varken, mahrem olana da bir o kuvvette açmak emirdir. Bir sûfinin söylediği:

 

"Sırr-ı Hakikat bilsem nerdedir,

 Yârine ayân, yâda perdedir"

 

beyti, İmam zeynel-Âbidîn'in "ilmimizi ehil olmayandan ketm ederiz" deyişi, evliliğin eşler arasında mahremiyeti ortadan kaldırıyor olması, felsefi alanlardan sosyal alanlara kadar mahremiyet derecelendirmesinin ifadesi şeklindedir.

 

 

Son Tahlilde Faydacılık

 

İslamı yaşamak isteyenler anlayışlarının çocuklarına mal olmasını istiyorlarsa neyi ya da neleri örtmenin lazım geldiğini mana katmanları ile yine tesettüre karşı çıkanlarda mana derinliği içerisinde başka nelere karşı çıkmış olduklarını (günlük siyasetin ötesinde) iyi bilmeliler. Bu emrin hakkının verilmesi ile insanların bunu yapıp-yapmamakta serbest olmaları değişik tartışma konuları olmakla beraber, birey davranışlarının toplumsal değişimlerin çekirdeği olduğunu hatırda tutmak gerekiyor.

 

 

Ve Gerçek...

 

Örtmek O'nu örtülü hale getirmez. "Örtmek" aslında kudret-i İlâhîyi "görmektir." Şüphesiz her semtten görünen de O'dur, kendisini perdeleyen de...

 

9 Eylül 2011 Cuma