SOKAK SOKAK SENİ DİLENİYORUM

Caddeye kurulup, yan sokaklara kadar yayılan semt pazarlarını bilirsiniz. İşte, onlardan birisiydi. Geçmiş gün, geçiyor muydum yoksa alış-veriş maksadıyla mı oradaydım hatırlamıyorum. Duyduğum yanık ancak gürül gürül bir koro ile irkildim. O yana döndüğümde gördüğüm manzara beni biraz daha içine aldı. Genç yaşlarda kör bir dilenci, elinde bir baston, omzunda heybe, koluna oldukça yaşlı bir kadın girmiş (görünen o ki annesi) annenin elinde bir plastik maşrapa, ilahi okuyarak yürüyorlar. Ama nasıl bir okuyuş..? Yanık yanık desem, evet; gürül gürül desem evet; bayağı yüksek bir perdeden desem, evet..!

            Gururlanma İnsanoğlu ölmemeye çaren mi var?

            Ecel gelmiş bir gül gibi solmamaya çaren mi var?

Daha önce de dilenen insanlar çok görmüştüm, hatta bazılarının kalbi çok yumuşattığını söyleyebilirim ama bunlar beni çarpmıştı. Söyleyiş tarzları, kimseyi umursamadan sanki yüklendikleri bir misyon var da onu ifa edercesine tavırları ve hiç beklemediğim bir mekanda rast gelmem belki de üzerimdeki etkiyi artırmıştı. Gel zaman git zaman düşünüyorum da yirmi-yirmibeş yıl kadar önceydi sanırım.

***

Son günlerde ülkede "Suriye'li dilenciler" tartışmasının ara ara yaşanır olması beni bu eski hatıraya götürdü. Aslında herkesin bir dilenci hatırası da vardır. Ancak benim şehrin uyanıkları (!) dediğim bir taife var ki onlara sorarsanız bütün dilencilerin katları, yatları ve bilumum lüks hayat yaşamaya uygun imkanları var. Bu taife birşey vermediği gibi verenleri de "aman, yaman" filan diyerek uyarır, sözüm ona vatandaşlık görevlerini yaparlar.

Mesele dilenen ancak gerçek anlamda ihtiyacı olanları belirlemek mi? Soru önümüzde duruyor. Durmasına duruyor da galiba giderek büyüyor bir taraftan; manzarayı da kapatıyor. Eskilerin deyimi ile "dilenci çanağından para çalacak" tıynette insanlar dilenciliğin meslek olduğundan dem vuruyor; Vaizler kürsülerinde "veren elin alan elden üstün" olduğunu haykırıyor; Sosyete kokonaları "elin var ayağın var, tembellik yapma çalış" diye vapurun ortasında ihsas-ı rey ediyor. Tabii bunlar sadece gördüğümüz.Zaten yüzyıllardır sürüp giden bir tartışma bu...

"Medine dilencileri" kavramı neredeyse medeniyetimiz kadar eski. Savaşların, yoklukların, kıtlıkların olduğu coğrafyalardan söz ediyorsak elbette "dilenmek" de olacak. Ancak bizim kültürümüzde "dilenmenin" günümüz insanının anladığı anlamda kötü birşey olup-olmadığı tartışılabilir. Geleneğe bakıldığında hikmetin, marifetin, hakikatin, bilginin öğrenilmesi için olması gereken isteklilik hali dilenmenin çok ilerisindedir. Modern insanın düşündüğünün tam tersine "dünyalık dilenmek" kötü görülmüştür. Çünkü dünyalık, dilenmekten daha aşağı bir mertebededir.

Hem Osmanlı tekkelerinde hem de Osmanlı'dan önce fiziki ihtiyaç dışı dilenmeler olduğunu da görebiliyoruz.Ebu Said El-Harraz, Ebu'l-Hüseyin en-Nuri gibi sufilerin "şey'enlillah" (Allah için birşey) diyerek dilendikleri, bazı Şeyhlerin de kibir ve gurur gibi kötü duygulardan kurtulmaları için dervişlerini dilendirdikleri biliniyor. Çünkü dünyalık dilenme bir zillet olarak görülmüş ve bu zilleti tatmanın insan huylarını değiştirdiği belirtilmiş. Yani dilenmek söylendiği gibi her insanın kolayca yapıvereceği birşey değil. Yine dervişlerin öğünlük yiyeceklerini temin etmek adına dilenmek maksatlı keşkül adındaözel bir tas taşıdıkları bilinmektedir. Aslında mesele biraz daha kurcalandığında dua bile bir dilenme aracı. Kul ile Allah arasındaki bu özel irtibatın en belirgin tarafı kulun istekleri. Buradan bakıncagörünen manzara şu: Camiler Lutuf, Tekkeler ise Aşk dilenme yeri.

Ancak meseleye sadece "dilenen" açısından bakmak başka bir yanlışı gelenekleştiriyor. "El açarak geleni boş çevirme" ayeti, sadaka sisteminin en temel dayanağı. Yine Hz. Fatıma annemizin oruç tuttuğu üç gün boyunca iftardan önce gelen dilencilere yiyeceğini verdiği için iftar edemediği malumdur. Meseleyi bir başka tarafından gören meşhur sufilerden İbrahim b. Edhem "Dilenciler iyi dostlarımızdır, bizim azığımızı ahirete taşırlar"derken dilenen kişinin dünya lokmasına, verenin ise öteki dünyaya yığınak yaptığına işaret eder. Yine İbrahim en-Nahai "dilenci ahiret postacısıdır; kapımıza kadar gelerek 'ölen yakınlarınıza göndereceğiniz birşey var mı' diye sorar" demektedir. Herşeyini verdikten sonra kapısına gelen son dilenciye ibn Arabî "gir içeri, evde başka birşey kalmadı, bu da senin olsun" deyip evini ve Şam şehrini terk etmiştir.

Yine bu mealde anlatılanlardan birisi de Hızır'ın dilenci olarak gözüktüğü üç gencin hikayesidir. Memleketinden yola çıkan üç genç Hızır'la karşılaşırlar. Hızır bunlara ne istediklerini sorar. Birisi ilim, birisi zenginlik diğeri de eş istemektedir. Hızır, ilim isteyene bir kağıt verir. 'Geri dön bütün ilimler sana açılacak, yalnız kimseden ilmini esirgeme' der. Gerçekten de bir süre sonra o genç, şöhretli bir alim olur ve müftülüğe kadar yükselir. İkinci gence bir bakır para verir. 'Çok zengin olacaksın' der. Gerçekten de hangi işe girse, ne alıp satsa çok kazanır ve bir süre sonra hanları, hamamlarıyla bölgenin en zengin adamı haline gelir. Evlenmek isteyene ise Hızır, 'evladım yanımda sana verecek kız yok. Ama senin için dua edeceğim ki hayırlısını bulasın' der. Üç genç de dönerler. Yıllar sonra Hızır, bir çocuk kılığındaalim olanın kapısını çalar ve kendisine ilim öğretmesini ister. "Çocuk! mahallendeki mektebe git. Benim hiç vaktim yok' diye geri çevrilince emanet ettiği ilmi ve kağıdı da alır, gider. Bir süre sonra halk arasında "müftü ilmini unutmuş" sözü yayılır, kendisi de unutulur. Hızır bu sefer yaşlı adam kılığında, zengin gencin kapısını çalar. Hasta olduğunu, yolda kaldığını söyleyerek yardım istediğinde, adam ona handa oda vermek ister. Ancak Hızır kabul etmez. 'Oğlum, han odasını ne yapayım. Benim bakıma ihtiyacım var, orada ölür, giderim' der. Ancak istediğini alamayınca bakır parasını ve bereketini alır, çıkar. Sel gelir, yel gelir, nar gelir; ne servet kalır, ne saman... Üçüncü gencin evine yine yaşlı olarak gider. Adam yoktur ama kadın onu içeri alır. Yıkar, paklar, ağırlar. O sırada da adam gelir sofrayı kurar ve Hızır'ı buyur eder. Hızır'da 'Bunlarda sana layıkmış' diyerek bakır paranın temsil ettiği bereketini ve kağıdın temsil ettiği bilgisini bu gence verir. Bu ve buna benzer binlerce hikaye kültürümüzde dilenene karşı davranışın hukukunu belirleyen inceliklerdir.

Ancak, Osmanlı'da 16. yüzyılda dilenmelerin yoğunlaşması sebebi ile yasaklar, sınırlamalar başlar. 1574 yılında yayınlanan ferman buna bir örnektir:

"İstanbul kadısına hüküm ki;İstanbul'da şer'an dilenmeye izin verilmeyecek bazı adamlar ve kadınlar türemiştir. Düşkün ihtiyar, fakir, kör ve sakat olmadıkları, pek ala çalışıp para kazanabilecek halde iken kimi mahalleler arasında dolaşarak, kimi bir yerde oturup dilencilik etmekte gelip geçenden para toplamaktadırlar..." böylece devam eden ferman şer'an dilenmeye mezun olmayanlarla mücadeleyi başlatıyor. Öyle ki bu mücadele kapsamında kürek cezası bile var.Ancak bu iş zamanla yumuşuyor. Yani dilencilerin karşılıksız almasının önünü kesmek için alternatifler üretiliyor. Bugünkü anlamda su ve peçete satışı gibi her dilencinin heybesinde küçük bir şey yer alıyor. Bu onları hem kanuna karşı koruyor, hem de işlerinin niteliğini değiştiriyor.

Yine Osmanlı dönemi dilencilerinden bahsederken Evliya Çelebi şunları anlatır: "Dilenciler esnafı 7000 adettir. Bir alay cerrar, kerrargariblerdir. Her birinin birer yünden, sofdan hırkaları, ellerinde çeşit çeşit alemleri, başlarında hasırdan ve hurma lifinden destarları olduğu halde yâ Fettah ism-i şerifi ile cümle körleri birbirlerinin omuzuna yapışıp kimi anadan doğma ve kimi sonradan olma topal, kimi kambur, kimi inmeli, kimi saralı, kimi elsiz, kimi ayaksız, kimi çıplak, bir hengâme ile nice bin bayrakların arasında cerrar şeyhini ortaya alıp, şeyh dahi duâidüp yedi bin fukara bir ağızdan 'Allah Allah' ile âmin dediklerinde sadâları gök yüzüne ulaşır. Bu tertip üzere dilencilerin şeyhi Alay Köşkü dibinden geçerken durubpâdişâha hayır duâ ederler. Pirleri Eş-şeyh Sâfî’dir."

Sadaka vermenin çok yaygın olduğu medeniyetimizde bunun için özel alanlar dahi oluşturulmuştur."Azat buzat, beni cennetin kapısında gözet" diyerek gerçekleştirilen kuş azat etme geleneği de bunlardan birisidir. Yine Osmanlı'da Baba Cafer zindanından adam kurtarma da önemli sadaka vasıtalarındandır. Baba Cafer zindanı, borçluların hapsedildiği bir yerdi. Borcundan dolayı buraya düşenler demir parmaklıklı pencerelerinden başlarını uzatır gelip-geçenden medet diler, yardım ve şefkat talep ederlerdi.

Dilencilerin arasında sokak sokak dolaşanları da vardı, bir sokak köşesini mesken tutanları da... Her ikisi de rahmet ve bereket sayılırdı. Çünkü sadaka almak bir mecburiyet değil ancak vermek zaruretti. Yani kişinin temel ihtiyaçlarından biri sayılırdı. Dolayısıyla sokağın dilencisi de aileden biriydi. Sadece dilendiğine değil, ihtiyaçlarına da dikkat edilirdi. Dilenci de denmezdi. Şöyle konuşmaları duyardınız:

- Filan amcanın elbiseleri de iyice eskidi, yenilemeli

- Kirlenmiş de alıp bir yıkayayım.

- Kış geldi hanım, bu adam nasıl yaşayacak?

- Düşmez-kalkmaz bir Allah...

Hele hele kötü bir rüya görülen bir akşamın sabahı ilk iş sokağın dilencisi bulunur ya da çarşıya, konu-komşuya gidip-gelirken dilenci gözetilirdi. Bu nazar-büyü ya da başa gelen bela için de böyleydi.

Özellikle sokak dilencilerinin arandığı özel günler de vardı. Bunlar, sadaka vermenin çok makbul olduğu mübarek zamanlardı. Her hafta cuma günü böyle sayılırdı. Kapıyı çalan boş çevrilmez, kapıya kimse gelmezse sokağın dilencisi aranırdı. Cuma namazına giderken ya da daha öncesinde verilen sadakanın makbul olduğu bilinirdi. Kandil geceleri, Ramazan ayı, Bayramlar, özellikle Arefe günleri bunlardandı. Muharrem ayı gibi ümmet-i Muhammed'in (sav) çok sıkıntı gördüğü zamanlarda sadaka daha çok belaları def kabilinden düşünülürdü. "her geceyi kadir, her gördüğünü hızır" sözü dilencileri de kapsardı. Özellikle sokak dışından gelen dilenciye dikkat edilir, güvenilmezse az güvenilirse bol yardım yapılırdı.

Sokağın kadınları arasında dilencilerin duaları da meşhurdu. Zamanla birbirini tanımış olduklarından sadaka verirken belirli beklentileri olanlara göredua ederlerdi.

Mesela hastası olan bir ev ise;

- Allah şifa'lar versin, tez vakitte hastamız iyileşsin, Allah Eyyub Peygamber’in şifasını ulaştırsın, karşınıza Lokman çıkarsın...

Sevdikleri gurbette olan kimse için;

- Allah kavuştursun, Hızır yoldaşı olsun, İlyas haldaşı olsun....

Gurbetteki yakının deniz canibinden gelmesi bekleniyor ise;

- Yunus Peygamber yoldaşı olsun. Deryalar sahra olsun...

Sadaka veren bekar kalmış bir genç kız ise ya da evde bir kız varsa;

- Allah hayırlı kısmetler versin. Kapınızı Yusuf (as) gibi güzel, İbrahim Peygamber gibi cömertler çalsın gibi dualar edilirdi.

Her sokak dilencisinin kendine has duaları da vardı. İnsanları cezbeden hususlardan biride bu duaların hızlı, yüksek perdeden ve içli bir şekilde söylenmeleri idi.

- Onsekizbinalemin efendisi Gül Muhammed’e (asm.) komşu olasın. Evin Damad-ı Peygamber fatih-i Hayber Hz. Ali efendimizin ve Gül Muhammed'in gözünün nuru Hz. Fatımatü'z-zehra validemizin evine ve muhabbetiniz de onların muhabbetine benzesin... Evlatlarınız da Hz. Hasan ve Hüseyin efendilerimize benzesin. Ana-babaya hayırlı olsunlar, muti olsunlar...

Bu ve benzeri birçok duayı sokak dilencilerinin cezbeli söyleyişlerinden işitebilirdiniz. Hatta söylenirken tüyleriniz diken diken olabilirdi.


Sokağın dilencisi, sokağın önemli ihtiyaçlarından birisi, günümüzde caddelerde ya da cami kapılarında olsalar da. Dilenciyi görmemek müstağniliğe işaret ki "kimseye muhtaç değilim" demek. Bir çeşit modern dünyanın insanlara kendilerini yarı tanrısal varlıklar olarak hissettirmesiyle alakalı duygu. Dilenciye vermek, dilenciden çok, dilendiğini bilmekle alakalı. Çünkü gerçek insan her sokaktan, her yoldan ve her kapıdan O'nu dilenir... Gerçek insan, insanlık sokağının dilencisidir.


YAYIN: LACİVER DERGİ- KASIM 2015-SAYI:18

16 Ocak 2016 Cumartesi